İftira: Acının Dinmeyen Öyküsü
İftira: Acının Dinmeyen Öyküsü
İftira: Acının Dinmeyen Öyküsü ve Cehalet
Güneş tepelerin ardından yavaşça yükseliyordu, yaz esintisi perdemi havalandırmaya başlamıştı. Henüz olgunlaşmaya başlayan dut ağaçları yazın müjdecisiydi. Her gün olduğu gibi, erkenden kalkmış ev işlerine koyulmaya başlamıştım. Kapının önünü süpürürken, Annemin sesi duyuldu:
-“Ayşe kızım! Çayı demle birazdan baban gelir” demişti. Ben annem ve babam Mezopotamya’nın eşsiz bozkırlarında uzanan, Fırat nehri kenarında bir köyde oturuyorduk. Köyümüzde okul yoktu, en yakın okul bile çok yüksek dağların arkasındaydı. Babam her akşam gaz lambasının altında takvim yaprakları okurdu, o okurken bende onun gibi hecelemeye çalışırdım. Babam okumayı askerde öğrenmişti, adını yazmaktan başka yazması da yoktu. Her gün böyle gaz lambasının altında ben, annem ve babam sürekli mutlu kalacağız diye hayaller kurardım.
Bir gün annem ve babam gün doğmadan, orakla buğday biçmeye gitmişlerdi. Ben de erkenden kalkıp, ortalığı toparladım. Kahvaltılık bir şeyler hazırladım ve tarlaya doğru yola koyuldum. Yolda giderken, doğada her yer sararmıştı. Fırat ırmağının kenarında kalan birkaç yer dışında her yer sapsarı kesilmişti. Ben baharı severdim, her tarafın yeşil olması, kışın verdiği hüznün son bulması, kuzuların melemesi, yeni bir hayat başlangıcı gibi…
Tarlaya vardığımda annem ile babam koca meşe ağacının altında ki gölgeliğe geçmişlerdi. Beni görünce bir ağızdan “Kızım nerde kaldın, açlıktan bir hal olduk dediler”. Sofrayı serdim, kahvaltımızı yaptık. En sevdiğim kahvaltı şekliydi, tarlada bu koca meşe ağacının altında ya da evde damın üstünde gün doğmadan yapılan kahvaltı idi. Kahvaltı bittikten sonra, beraber buğday biçmeye başladık. Öğlen olunca, su getirmek için çeşmenin yanına indim. İlk defa gördüğüm insanlar çeşme başında toplanmışlardı. Bizim köyden yalnızca muhtar ordaydı. Hemen su testisini doldurup geri döndüm. Oyalanmadan tarlaya, buğday biçmeye gittim. Akşam olunca işlerimiz bitmişti, hep beraber işi bitirmenin mutluluğuyla eve varıp uyudum. O gece sabaha kadar rüyamda buğday biçtim. Çok mu hantalım ya da fazla mı nazlıyım nedir, hangi gün böyle çok çalışsam, gece sabahlara kadar rüyamda o işi yapardım.
Birkaç gün sonra Muhtar bizim eve geldi, babamla beraber oturup konuştular. Bu hiç alışık olduğumuz bir durum değildi. Muhtar gittikten sonra, babam annemi yanına çağırdı. Bu durum beni daha çok kuşkulandırdı. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Biraz geçtikten sonra annem yanıma geldi, yüzü pek asıktı. Ben:
-“Anne ne oldu? Niye yüzün böyle asık? Kötü bir şey mi oldu?” dedim. Annem:
-“Şey, kızım!” dedi. Ben, “Anne ne oldu” diye tekrarladım. Annem:
-“Bak kızım, artık evlilik yaşın geldi. Sen de evlenip bir yuva kurmalısın, geçen gün seni çeşmenin yanında görmüşler. Muhtar, bu akşam gelip babana söyledi. Yakında evleneceksin” dedi. Ağlamaya başlayarak dışarı çıktım. Ben ailemden ayrılmak istemiyordum. Tanımadığım bir insanın benim üzerimde ne hakkı olabilirdi ki, bana sorulmadan hemen kararım verilmişti. Henüz 18 yaşındaydım, evlilik hakkında pek bir bilgim yoktu. Köye şehirden gelen bazı insanlar aşk ve sevgiden bahsederdi. Aşk neydi? Böyle mi oluyordu, bir çeşme başında birinin seni görüp, babana haber göndermesi miydi? Ben yumurtanın sarısını seviyorum, babam ve annem de sarısını sever. Benim aşk dediğim şey yumurtanın beyazını severse, buna da aşk denir miydi? O gece ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Sabaha karşı uyuya kalmışım. Kalktığım da saat öğlene geliyordu, dün yaşadıklarımın kötü bir kabul olması için çok dua etmiştim ama her şey gerçekti. Buralarda son sözü büyükler söylerdi. Herkes birilerinin hayatına karışmak için büyüyordu sanki!
Bir hafta içinde bütün hayatım değişti. O eski mutlu mesut günlerim bile artık bana hayal gibiydi. O günler bana buğulanmış bir cam gibiydi ama bu cam dışardan buğulanmıştı, içerden ne kadar silersen sil dışarısı hep bulanıktı. Davulun sesiyle dalgınlığım gitti, nereye olduğunu bilmeden bir yolculuğa çıkıyordum. Çok geçmeden kendimi bir atın üstünde buldum, zılgıt sesleri davul sesiyle birlikte kulağımda çınlıyordu. Yüksek dağlara doğru yola koyulmuştuk. İki gün boyunca at sırtında gittik, çok uzakta bir köy görünmeye başladı. O kadar çok yorgundum ki, attan düşmemek için kendimi zor tutuyordum. Kapının önüne vardık, ilk defa yabancı bir eve gelmiştim. Kapıda elime bir testi verdiler testiyi kırıp içeri girdim.
Bana bir oda gösterdiler, geçip oturdum. Kalbim atıyordu, korkuyordum. Kulağımda bir ses yankılandı, “Hoş geldin”. Kafamı çevirdim, benden yaşça büyük biriydi, bu benim kocam mıydı? Gözyaşlarıma hakim olamadım.
Sabah olunca odadan çıktım, kahvaltı hazırdı, şaşırdım. İlk defa annem dışında biri bana kahvaltı hazırlamıştı. Güler yüzlü bir kadın, bana “Hoş geldin Ayşe, ben Gülsüm” dedi. “Hoş bulduk” diyebildim. Kadın bana, sen benim kumamsın, bundan sonra birlikte yaşayacağız dedi. İnsan nasıl aynı anda iki kişi ile evli olabilirdi. Ama bu kadının sıcaklığı beni azda olsa rahatlatmıştı. Gülsüm, 10 yıldır kocamla evli olduğunu ve çocuğu olmadığını söyledi. Bu yüzden kocam bir çocuk sahibi olsun diye seninle evlenmesini istedim, istemesem de bir şey değişmeyecekti. Bu duruma razı olmak durumdaydım, yoksa başka seçeneğim yoktu. Bu evde Ben, kocam, kumam, kayınbabam ve kaynanam beraber yaşıyorduk. Yavaş yavaş alışmaya başlamıştım.
Aradan 2 yıl geçmişti, halen bir çocuğum olmamıştı, hem nasıl olsun ki ben zaten çocuktum. Bu duruma sinirlenen kayınbabam ve kaynanam beni alıp yüksekçe bir dağa çıkardılar. Bu dağ üzerinde bulunan bir ağaca bezler bağlamaya başladık. Ağaç bezlerle kapanmıştı. 40 gün boyunca bu şekilde devam ettik. Yine de bir çocuğum olmamıştı. Bir gün köyde çocuğu bulunan bütün kadınlar bir araya gelerek üzerimden atlamaya başladılar, böylece bir çocuğum olacağı söylendi. Sonra başka köyden bir kadın ebe gelip, karnımdaki damarların üst üste bindiğini bu yüzden çocuğum olmadığını söyledi. Kadın ebe, beni sıcak su kazanına oturtarak saatlerce karnımı sabunladı, böylece damarların açılacağını ve çocuğumun olacağını söylemişti. Son olarak köydeki bir adamın yanına götürdüler beni, bu adam; suya bir şeyler üfleyerek bana içirdi, 40 gün beklememi söyledi, aradan 40 gün geçti yine de çocuğum olmadı. Tekrar köydeki adamın yanına gittik, adam bu defa bir şeyler okuyarak benim lanetli biri olduğumu söylemişti. Artık kayınbabam ve kaynanam benden umudunu kesmişe benziyordu, arada sırada fısır fısır başka bir kız bulma çabasında olduklarını duyuyordum.
Rüzgarın sert estiği soğuk bir kış günü kocam avlanmaya gitmişti. Gece olmasına rağmen halen ortalıkta yoktu. Arada böyle geç geldiği olurdu, bu defa durum biraz farklıydı. Kayınbabam homurdanmaya başlamıştı. Aylardır ne olumsuzluk olsa hep o ‘lanetliden’ derdi. Ne olsa benim yüzümden dolayı derdi. Sabah ilk ışıklar ortaya çıkmış, fırtına dinmişti. Kocam halen ortalarda yoktu. Kayınbabam bütün köye haber salmıştı, bütün köy her yerde kocamı arıyorduk. 3 gün sonra kocamın donmuş cesedini bulduk. Bir kayadan yuvarlanmıştı. Bu defa ağıtlar kulağımda çınlamaya başlamıştı. Dünya başıma yıkılıyordu. Ben ve Gülsüm bu evde artık fazlalıktık. Kayınbabam ve kaynanam artık sözlü şiddeti bırakıp, fiziksel şiddet başlamıştı. Gülsüm bu duruma ancak 3 ay dayanabildi. Sonra kaçıp gitti. O gittikten sonra, bütün hınçlarını benden çıkarmaya başlamışlardı. Kocamın ölümünün üzerinden tam bir yıl geçmişti.
Bir sabah uyandığımda odada bozuk yumurta kokusuna benzer bir koku vardı, midem aşırı bulanmaya başlamıştı. Midem kalkmasından dolayı çıkardığım seslere kaynanam kulak kesilmişti, bir hafta boyunca sürekli midem bulanıyordu, karnımda hafifçe bir şişkinlik hissediyordum. Kaynanam, vakit kaybetmeden diğer köyde bulunan kadın ebeyi çağırmıştı. Kadın ebe, gelip beni kontrol etti ve hamile olduğumu söyledi. Kocamdan başka kimsenin eli elime değmemişti, böyle bir şey imkansızdı. Kaynanam, bana söz hakkı vermeden kayınbabama haber vermişti. Kayınbabam geldiği gibi beni kolumdan tutarak kapı dışarı etti. Köy meydanında, herkesin içinde beni döverek ırz düşmanı ilan etti. Yediğim dayaktan sonra bayılmıştım. Bu defa ata bindirip, baba ocağıma doğru yola çıkardı. Baba evimin önüne gelince beni yere atıp dövmeye bir yandan da beni namussuz ilan etmeye devam ediyordu. Ciğerlerim dışarı çıkacak gibi oluyordu. Yediğim tekmeler her tarafımı acıtıyordu. İnsanlar anlayıp dinlemeden bana hakaretler edip, lanet getiriyordu.
Yediğim dayaktan sonra 3 ay boyunca yerimden kalkamaz oldum. Karnım biraz daha fazla şişmişti. Köydekiler sürekli annemi ve babamı, bu lanetliyi köyden gönderin diye tembihliyordu. Karlar yerden kalkınca babam, yan köyde oturan sünnetçiyi getirdi. Bu sünnetçi arada insanların yarasını dikerdi. Beni evden çıkarıp köy meydanına getirdi. Sünnetçi bıçağını bilemeye devam ediyordu. Kaderime razı olmuştum. Mutlu olduğum anne ve babamla bir ömür sürmek isterken onlar beni önce istemediğim bir adamla evlendirdi, sonra da herkesin dediğine inanıp namussuz ilan etti. Bu saatten sonra yaşamanın bir anlamı da yoktu. Bütün köy etrafımda toplanmıştı. Sünnetçi bıçağını bilemiş, karnımın üzerinde dolaştırmaya başlamıştı. Akan kanın sıcaklığı az da olsa beni mutlu etmeye başlamıştı. Sünnetçi karnımı açmıştı. Herkes bir bebek ağlama sesi beklerken, sünnetçi karnımdan bir ur parçası çıkarmıştı. Sünnetçi uru kesip, köy halkına sergilerken, herkes pişmanlıkla bakan gözlerini benim gözlerimin içine çevirmeye başlamıştı. Ben bu kadere razı olmuştum. Şimdi ruhum gökyüzüne doğru yükselirken yerde yatan bedenime gülümseyerek bakıyordum.
Yazar: Fatih Arslan İftira: Acının Dinmeyen Öyküsü.